Müjde Işıl- Yılanlardan korkan ama insanın kötülüğünden korkmayan, herkese söyleyecek lafı olan ama babasının karşısında dut yemiş bülbüle dönen, bilim insanı olmanın sorun çözme kabiliyetine karşın çoğu beladan şansı yardımıyla kurtulabilen Indiana Jones… George Lucas’ın fikir babalığından doğup Steven Spielberg’ün hünerli ellerinde süper olmayan bir süper kahraman olmuş bir sinema ikonu. Yaklaşık 40 senedir hayatımızda. Çoğumuz onunla büyüdü, arkeolog olmayı düşledi. Çoğumuz arkeolog olmadık ama Indy’ye, Spielberg’e ve sinemaya sevgimiz hep baki kaldı.
Serinin beşinci filmi “Indiana Jones and the Dial of Destiny/Indiana Jones ve Kader Kadranı” için ilk haberler çıktığından beri bunun albenisi olamayacak kadar eskide kaldığı, Spielberg’ün yönetmediği bir filmin, serinin eski ruhuyla örtüşemeyebileceği endişesi vardı. İlk film ‘80’lerin başında vizyona girdiğinde, ‘30’lar ve ‘40’ların macera filmlerinin ruhunu diriltmişti zaten. Onun üzerinden bir 40 yıl daha geçtikten sonra bunu yenilemenin geçerliliği olmayabilirdi. Spielberg’ün yönetip yönetmemesi ise biraz daha ortada bir konuydu. Çünkü kendisinin yönettiği dördüncü film ‘olmasa da olur’ kabilindendi zaten. Beşinci filmle ilgili kimsenin tartışmadığı tek konu ise artık 80’ine gelmiş Harrison Ford’u perdede, son kez de olsa yeniden Indy kostümüyle görmekti.
Peki, “Indiana Jones ve Kader Kadranı” söz konusu beklentilere ya da beklentisizliklere ne cevap veriyor? Beşinci filmin modern olma ya da yeni neslin beklentilerini karşılama gibi bir tasası yok. Tam tersine 40 sene önceki sinema anlayışını, daha doğrusu Indy efsanesinin temelini olduğu gibi koruyup devam ettiriyor. Ama teknolojinin nimetlerinden de yararlanmıyor değil. Harrison Ford’u gençleştirme efektlerinin yardımıyla neredeyse ilk filmdeki kadar genç görmek, zamanda yolculuğu gerçek kılıyor sevenleri için.
Dört filmin toplamı
Film 2. Dünya Savaşı sonunda başlayıp 1969 yılına geçiş yapıyor. Yani Indy gibi kahramanlara ihtiyaç duyulan bir zamandan, uzaya insan gönderildiği ve bilgisayarın kahramanlaştığı döneme… Bu açıdan Indy’nin yaş almış hâlini ve emekliliğini, “Top Gun: Maverick”te Cruise’un karakterinin durumuna benzetmek mümkün. Sonuçta bilgeliğin ve manuelin modası hiç geçmiyor. Tabii arada büyük bir fark var. 80’indeki Harrison Ford’u yüzündeki derin kırışıklıklarla oradan oraya koştururken izlemek, hayli duygulandıran bir deneyim.
Beşinci film için önceki dört filmin toplamı diyebiliriz rahatlıkla. Hatırlanacağı gibi ilk film “Kutsal Hazine Avcıları” ve üçüncü film “Son Macera”da Indy, Nazilerle mücadele ediyordu. Beşinci film de hikâyenin merkezine Nazileri koyuyor. Ama macera tıpkı ikinci film “Lanetli Tapınak”ın izinde ilerliyor. Çünkü aynı bu filmde olduğu gibi Indy’nin yanında (bu sefer çok daha güçlü) bir kadın karakter ve bir de çocuk (yaşı biraz daha büyük) bir yardımcı var. Zor durumda kalan Indy’yi kurtarmaları, serinin ikinci filmiyle hayli paralellikler taşıyor. Beşinci film, öncüllerindeki ikonik sahnelerle de bağ kuruyor. Mesela ilk filmin en meşhur sahnelerinden olan Indy’nin kılıçlı adamla düellosu bu sefer farklı bir şekilde zamanın değiştiğini anlatıyor kahramanımıza. Serinin en başarısızı olan dördüncü filmle bağını ise oğlunun yeni filmde neden olmadığını açıklamakla kuruyor.
Eski usul olma, filmin ruhunu korurken bir açıdan da dezavantajı oluyor. Çünkü Indiana Jones maceraları çekildiği dönemde aksiyon sahneleri öncü konumundaydı kendi türünde. Özellikle ilk üç filmdeki pek çok sahneyi ve espriyi net olarak hatırlamamızın nedeni de bu baskınlığıydı. Artık beşinci filmin neredeyse her aksiyon sahnesi, başka bir filmin gölgesinde kalıyor. Indy şehir meydanında atla koştururken John Wick’in bunu zaten yaptığını biliyoruz örneğin. Bu açıdan “Top Gun: Maverick” gibi gişede eski ve yeni nesli buluşturma ihtimali daha zayıf görünüyor ama nostalji hissi her zaman sürpriz yapabilir.
Beşinci filmi Spielberg’ün çekip çekmemesi neyi değiştirirdi? Somut bir kanıt olmadan bu sorunun çok net bir cevabı olmamakla birlikte izlediğimiz filmin Spielberg ruhuna ve tarzına çok uygun olduğu aşikâr. James Mangold kendisinin değil, tamamen Spielberg’ün izinden gitmiş. Cannes’daki prömiyerden sonra Spielberg’ün neden bu kadar mutlu olduğunu izleyince daha iyi anlıyor insan. Jez Butterworth, John-Henry Butterworth ve David Koepp’in senaryosunu kendi çekmiş gibi hissetmiş.
Ford’un yaş almışlığı nedeniyle onu çok yormayıp kadın karaktere daha çok alan açmış senaristler. Phoebe Waller-Bridge de bu alanı, muzip yüz ifadesinin katkısıyla olabildiğince iyi değerlendirmiş. Indy’nin eski dostu Sallah’ı yani John Rhys-Davies’i yeniden görmek zamanın zalimliğini yeniden hatırlatıyor; Karen Allen’ı da… Bu maceranın kötüsü Mads Mikkelsen’dan ise yeterince yararlanamıyor film. Ya Mikkelsen’ı çok kötü yapmaya kıyamamışlar ya da karakteri derinleştirmekle hiç uğraşmamışlar. Antonio Banderas’ın ayrı bir filme konu olabilecek karakteri ise çok kısa sürede tabiri caiz ise resmen harcanmış.
Filmin finalini bağlamada da sorun yaşanmış gibi görünüyor. Zamanda yolculuk bölümü, Ford hayranlarını iyice duygulandırmak için eklenmiş gibi. Tamamen o dönemde geçen bir senaryo yazılabilirdi yahut Indy’ye orada veda edilebilirdi. Filmin en zayıf bölümü de burası zaten. Ford’un son kez Indy’yi canlandırdığı söylenmesine rağmen bu film, son olmayabilir. Belki onu daha çok perdede görme isteğiyle alakalı ama bu macera burada bitmeyecek sanki.
Bir yanıt bırakın